Taraflar arasındaki “ceza-i şartın tazmini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 6.Asliye Ticaret Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 20.10.2009 gün ve E:218, K:626 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, YARGITAY 19.Hukuk Dairesinin 20.09.2010 gün ve 2010/2907 – 9997 sayılı ilamı ile;
(…Dava, bayilik sözleşmesiyle belirlenen eksik ürün alımı hali için öngörülen cezai şartın tahsili İSTEMİNE İLİŞKİNDİR.
Davalı vekili, sözleşmeyle belirlenen tonaj taahhütlerinin hiçbir zaman yerine getirilmediğini, ödemelerin ihtirazı kayıt konulmadan kabul edildiğini, sözleşme süresince cezai şartın uygulanmadan ticari ilişkinin devam ettirildiğini bildirerek davanın REDDİNİ İSTEMİŞTİR.
Mahkemece, taraflar arasındaki uyuşmazlığın sözleşmeyle eksik ürün alımı için öngörülen cezai şartın istenip istenemeyeceği noktasında toplandığı, davacının bayilik ilişkisinin kurulduğu 06.10.1998 tarihinden sonraki ilk yıl ortaya çıkan eksik mal alımı nedeniyle ihtarnameyle davalıdan talep ettiği cezai şart ödenmemesine rağmen bu konuda dava açmadığı, sonraki 9 yılın tamamında davalının taahhüt ettiği miktarda ürün almamasına rağmen, davalıyla bayilik ilişkisini sürdürdüğü, bu durumun davacının bayilik sözleşmesinin 15 inci maddesindeki tonaj taahhüdü ve cezai şart hükümlerinin uygulanmasından zımnen vazgeçtiği anlamını taşıdığı, davalının sözleşme süresince başkasından akaryakıt ürünü almaması ve davacının da hiçbir zaman sözleşmede öngörülen asgari miktarda akaryakıt ürünü almamasına rağmen davalıya ürün sağlamaya devam ettiği ve ürün bedellerini de ihtirazı kayıtsız kabul etmesi karşısında, esasen sözleşmenin 15 inci maddesinin fiilen ortadan kalktığı, asgari alım taahhüdünün uygulanamayacağı ve bu konuda cezai şart istenmeyeceği konusunda 9 yıl süren bir uygulamanın oluştuğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince TEMYİZ EDİLMİŞTİR.
Taraflar arasında bayilik sözleşmesi imzalandığı, bu sözleşmenin 12 nci maddesi gereğince müddetinin 10 yıl olduğu, 13 üncü maddesi gereğince sözleşmenin herhangi bir hükmünün kısmen veya tamamen ihlal edilmesi halinde davacıya davalı bayi tarafından her seferinde 50.000 USD cezai şart ödenmesinin kabul ve taahhüt edildiği 15 inci maddesinde ise bayiinin yılda asgari 8.000 ton benzin, motorin gaz satmayı taahhüt ettiği, HUSUSLARI SABİTTİR.
Somut olayda, uyuşmazlık davalı bayiinin anılan sözleşmenin 15 inci maddesinde gösterilen yılda asgari 8.000 ton beyaz malı taahhüdüne uygun olarak sözleşme süresince satmadığı, bir başka deyişle taahhüt ettiği kotayı doldurmadığı, bu ihlalin sözleşme süresince devam edegeldiği, sözleşme süresinin bitiminden sonra davacının eksik önal alımından dolayı davalıdan cezai şart talep edemeyeceği NOKTASINDA TOPLANMAKTADIR.
Davalı bayii, sözleşmede almayı taahhüt ettiği malı sözleşmenin bitim tarihine kadar alma İMKANINA SAHİPTİR. Davacının devam eden sözleşme süresinde malın eksik alınması nedeniyle cezai şart talep etmemiş olması davalıya atıfet tanıdığı, bu haktan sarfınazar ettiği anlamına gelmez. Çünkü bir yılda alınacak mal miktarının gösterilmiş olması sözleşme süresi olan 10 yılda alınacak mal bedelinden indirim yapılmasını gerektirmez. Mahkemece sözleşme hükümlerinin bu şekilde değerlendirilerek zamanaşımı süresince davacının bu davayı açmakta hakkı olduğu gözetilerek tayin olacak cezai şart üzerinde durulup sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddine dair verilen kararda İSABET GÖRÜLMEMİŞTİR…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki KARARDA DİRENİLMİŞTİR.
TEMYİZ EDEN: Davacı OPET Petrolcülük A.Ş. vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ:
Dava, bayilik sözleşmesiyle belirlenen eksik ürün alımı hali için öngörülen cezai şartın tahsili İSTEMİNE İLİŞKİNDİR.
Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; YEREL MAHKEMECE önceki HÜKÜMDE DİRENİLMİŞTİR. Direnme hükmünü, davalı vekili TEMYİZE GETİRMİŞTİR.
Dosyadaki mevcut belge ve delillerden anlaşıldığı üzere; davanın tarafları arasında 06.10.1998 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, akaryakıt ürünleri (benzin, gaz, motorin) ve diğer malları bulundurmayı, teşhir etmeyi ve satmayı, davacı şirketin izni olmaksızın başkaca bir mal bulundurmamayı hedef tutan bir bayilik SÖZLEŞMESİ İMZALANMIŞTIR.
Anılan sözleşmenin 15 inci maddesinde, davalı şirketin (Bayi), yılda asgari sekizbin (8.000) ton beyaz mal (Benzin, Motorin, Gaz) satmayı taahhüt ettiği, bu hedefin altında kaldığı takdirde davalı şirketin, her eksik ton başına o günkü Merkez Bankası döviz satış kuru üzerinden olmak üzere, otuz (30) Amerikan Doları karşılığı ceza-i şartı ödemeyi kabul ve taahhüt ETTİĞİ ANLAŞILMAKTADIR.
Davacı şirket vekili tarafından, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Beyoğlu 9.Noterliğinin 10 Mart 2000 tarih ve 05362 yevmiye nolu ihtarnamesinde özetle; 06.10.1998 tarihli bayilik sözleşmesinin 15 inci maddesine göre her yıl 8000 ton akaryakıt ürününü müvekkilin bayisi sıfatıyla alıp satması gerekirken bunu haksız olarak yerine getirmediği, Ocak/1999 ila Ocak/2000 döneminde yalnızca 2379 ton akaryakıt ürünü alıp sattığı, sözleşmenin 15 inci maddesi gereği eksik mal alımından kaynaklanan (5621 X 30 USD=168.630 USD) 168.630-USD doları müvekkil şirkete bir yılda eksik sattığı maldan dolayı kar mahrumiyetinin ödenmesi gerektiği, bu yükümlülüğün 15 gün içinde defaten ve nakten müvekkil şirketin hesabına yatırması ve bundan sonra da sözleşme hükümlerine uymayı, aksi takdirde aleyhine dava ikame ederek müvekkil şirketin, sözleşmeye uymamadan dolayı mahrum kaldığı karın faiziyle birlikte tazmini cihetine GİDİLECEĞİ BELİRTİLMİŞTİR.
Bunun üzerine, davalı şirket (Bayi) tarafından davacı şirkete gönderilen Altındağ 4.Noterliğinin 24 Mart 2000 tarih ve 06162 yevmiye nolu cevabi ihtarnamesinde özetle; akaryakıt istasyonunun mevcut konumu itibariyle yıllık 8000 sekizbin (8.000) ton beyaz mal satışının mümkün olmadığını, dağıtım şirketi bu durumdan hoşnut değilse, bayilik sözleşmesinin feshiyle ilgili şartları görüşmeye hazır olduklarını, kendilerine bununla ilgili bir (1) ay içerisinde yer ve zamanın bildirilmesinin istendiği, bu bağlamda sözleşmenin 15 inci maddesinin dikkate alınmaması kaydıyla bayiliklerinin devamına aksi takdirde fesih şartlarını görüşmek üzere biraraya gelmeye hazır OLDUKLARINI BİLDİRMİŞTİR.
Taraflar, az yukarıda içeriklerine yer verilen ihtarnamelere rağmen ticari ilişkilerini sözleşmenin kalan süresi olan dokuz (9) yıl BOYUNCA SÜRDÜRMÜŞLERDİR. Bu ticari ilişkinin devamı sırasında, davalı şirket (Bayi), sözleşme gereği her yıl satmayı taahhüt ettiği miktarın altında beyaz MAL SATMIŞTIR.
Davalı şirket (Bayi), davacı şirkete gönderdiği Altındağ 4.Noterliğinin 11 Temmuz 2008 tarih ve 19990 yevmiye nolu ihtarnamesiyle, sona erecek olan bayilik sözleşmesini yenilemeyeceklerini belirterek, 06.10.2008 tarihinden itibaren FESHETTİKLERİNİ BİLDİRMİŞTİR.
Bunun üzerine, davacı şirket, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Üsküdar 3.Noterliğinin 18 Eylül 2008 tarih ve 19990 yevmiye nolu ihtarnamesiyle; davalı tarafından eksik satın alınan 45.370 ton ürün karşılığı şimdilik 2.722.200-USD’nin 10 gün içinde ödenmesi aksi takdirde yasal yollara başvurulacağı bildirilmiş; hemen akabinde ise, 20.03.2009 tarihinde fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere, ifaya ekli ceza-i şartın tazmini için eldeki DAVA AÇILMIŞTIR.
Gerek davanın tarafları gerekse Yerel Mahkemeyle Yüksek Özel Daire arasında, az yukarıda içeriklerine yer verilen maddi olgunun gerçekleşme biçimi konusunda, herhangi bir UYUŞMAZLIK BULUNMAMAKTADIR.
Uyuşmazlık; davacının sözleşmenin ilk yılında (Ocak 1999 ila Ocak 2000) tutturulamayan tonaj taahhüdü (sözleşmenin 15 inci maddesi) için ihtarname göndermesi üzerine davalının bu hükmün hiçbir zaman yerine getirilemeyeceğini, bu nedenle de sözleşmenin 15 inci maddesinin dikkate alınmaması kaydıyla sözleşmenin ifaya devam edilmesini aksi takdirde fesih şartlarını görüşmeye hazır olduklarını cevabi ihtarnameyle bildirmesi ve davacının buna rağmen dava açmayarak kalan dokuz (9) yıl boyunca sözleşmeyi ifaya ve kendine yarar sağlamaya devam etmesi karşısında, taraflar arasındaki sözleşmenin 15 inci maddesinin uygulanmayacağı yönünde bir anlaşmanın meydana gelip gelmediği; dolayısıyla bu durumun davalı tarafta haklı bir güven oluşturup oluşturmayacağı; burada varılacak sonuca göre, davacı yararına ceza-i şart tazminatına mahkemece hükmedilmesi gerekip gerekmediği, NOKTALARINDA TOPLANMAKTADIR.
Uyuşmazlığın çözümünde etkili olan “İrade beyanları”, bir sözleşmenin kurulmasını amaçlayan “İcap (Öneri)” ve “Kabul” kavramlarının açıklanmasında yarar vardır:
Hemen belirtilmelidir ki, irade beyanı, bir ruhi hadiseden bir başkasını haberdar etmek üzere yapılan ve bununla özel hukuk alanındaki ilişkilerde değişiklik yapılması, yeni ilişkiler yaratılması veya bu gibi ilişkilerin ortadan kaldırılmasının istendiği, hayatta edinilen tecrübelere, örf ve adete göre halin icaplarından anlaşılan iradenin hareket ve faaliyeti olarak tanımlanabilir (Belbez, Hikmet: Akitlerde Sükutun Ehemmiyeti, AÜHF Dergisi, Yıl:1944, Sayı:2, Sahife:221).
İrade beyanları açık (sarih) olabileceği gibi, örtülü (zımni) de olabilir (Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu m.1/II.fıkra).
Beyanın anlam ve konusu hiçbir yoruma ve karışıklığa meydan vermeyecek şekilde beyan vasıtalarından, yani kullanılan söz, yazı veya işaretlerden anlaşılıyorsa, bu, açık bir İRADE BEYANIDIR. Zımni irade beyanı ise, iradenin varlığını gösteren davranışı ifade eder. Bu anlamda, açık olmayan her türlü irade beyanı, zımni İRADE BEYANIDIR. İrade beyanının anlamının, yani sonuç (işlem) iradesinin doğrudan doğruya söz veya işaretlerden çıkmaması, anlaşılmaması halinde, zımni irade beyanı sözkonusu olur. Başka bir deyişle, zımni irade beyanlarında beyan sahibinin davranışı, işlem iradesini dolaylı bir şekilde ifade eder; onun davranışından, dolaylı olarak işlem iradesine sahip olduğu sonucu çıkar (Eren, Fikret: Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, 11.Baskı, İstanbul 2009, Sahife:124).
İcap (öneri), bir akdi meydana getirmek amacı ile bir şahsın teklifini ihtiva eden ve karşı tarafa yöneltilen bir İRADE BEYANIDIR. Kabul ise, yapılan bir öneriye karşılık karşı taraf(muhatap) tarafından önerene yöneltilen ve sözleşmeyi öneriye uygun olarak meydana getirme arzusunu kesin olarak ifade eden İRADE BEYANIDIR. Kanunun veya tarafların anlaşması ile, yapılacak sözleşme için bir şekil öngörülmüş olmadıkça ya da önerene kabul için bir şekle uyulmasını şart kılmış olmadıkça, kabul beyanı bir şekle bağlı değildir; sözle, yazıyla veya kanaat verici bir davranışla yapılabilir (Oğuzman/Öz:Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 2012, Sahife:51, 66).
Bu bağlamda, taraflar arasında öteden beri mevcut iş ilişkileri dolayısı ile, o tarihe kadar ki uygulama çerçevesinde içlerinden birinin yaptığı siparişi diğer tarafın ayrıca bir kabul beyanında bulunmaksızın bir süre sonra malı göndererek (fiili kabul) cevaplandırmış bulunması, durumun bundan sonra da böyle olacağı hususunda bir güven olgusunun gerçekleşmesine yol açacağı belirtilmektedir (Kocayusufpaşaoğlu/Hatemi/Serozan/Arpacı: Borçlar Hukuku, Genel Bölüm, Birinci Cilt, İstanbul 2008, Sahife:206).
Öte yandan, taraflar arasındaki somut uyuşmazlığın çözümünde etkili olduğu düşünülen “güven ilkesi”, “güven kavramı” ve “güven sorumluluğu” hakkında açıklamalarda bulunulması YARARLI GÖRÜLMÜŞTÜR.
Hukukun evrensel ve genel ilkelerinden olan “dürüstlük ilkesi” (Türk Medeni Kanunu m.2), bazı alt ilkelerin doğmasına SEBEP OLMUŞTUR. Bu ilkelerden birisi “ahde vefa ilkesi”, bir diğeri de “güven ilkesi”dir.
Yine dürüstlük ilkesini temel alan bir akım da, irade beyanlarının yorumunda ve dolayısıyla sözleşmelerin kurulup kurulmadığını tespitte “korunmaya layık haklı güveni” esas alan “güven ilkesi” dir. Bu güven ilkesi de, “hukuki görünüşe güvenin korunması” alt İLKESİNİ DOĞURMUŞTUR.
Güven kavramı, anlam itibariyle sadece, etik ve moral beklentilerin mevcut olduğu bir KAVRAM DEĞİLDİR. O, aynı zamanda, toplum içerisindeki bireylerin iletişiminde çok ciddi rol oynayan ve bazı durumlarda eksik kalmış, tamamlanamamış ya da üstü kapalı olarak geçirilmiş, bazı irade beyanlarının yorumlanması ve tamamlanmasında önemli derecede etkisi olan psikolojik-sosyolojik BİR KAVRAMDIR. Bilgilendirme gereksinimi içinde, güven kavramının, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamları DA MEVCUTTUR. Bir görüşe göre güven kavramı, toplum içerisinde, bir bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerini tamamlayan; bu ilişkilerin yorumlanmasında kullanılan; ya da o bireyin geleceğiyle ilgili olan olaylarda yol gösterici bir rol oynayan, tamamen insanın kendi iç dünyasıyla ilgili bir davranış, bir ruh hali, bir zihniyet, BİR ANLAYIŞTIR.
Güven kavramının temelinde; doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklılık gibi anlamlar yatmakta; güven kavramının anlamı da sayılan bu İLKELERE DAYANMAKTADIR. Bu anlamda güven, İKİ TARAFLIDIR. Bir birey, ya karşısındakine güvenir, ya da karşısındaki, o bireye güven verir. Bir kimsenin, çevresine verdiği güven, aynı derecede bir karşılık ve hukuki olarak KORUNMA GEREKTİRMEKTEDİR.
Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı TARAFA GÜVENMİŞTİR. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak YÜKÜMLÜLÜĞÜ YÜKLENMİŞTİR. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide İLERİ SÜRÜLMÜŞTÜR.
Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2’de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince DEĞERLENDİRMEK GEREKECEKTİR. Böylece, beyana ne anlam verilmesi gerektiği ORTAYA ÇIKACAKTIR. Bu ilkeye göre, korunan karşı tarafın-beyan muhatabının- “haklı güven”idir. Beyan muhatabının gerekli dikkat ve özeni göstermeksizin, beyanı nasıl ANLADIĞINA BAKILMAYACAKTIR. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate ALARAK ANLAMALIDIR. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca HAKLI GÖRÜNMELİDİR. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu ÇÖZMÜŞ OLMAKTADIR. Zira, güven ilkesi “karşılıklı birbirini gözetme” ve “bağlılık” ESASLARINA DAYANMAKTADIR. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede TUTULMUŞ OLMAKTADIR. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına(objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat ALTINA ALINMAKTADIR.
Güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için, bir kimsede hukuken korunmaya layık bir güvenin olması, bu güvene dayanılarak bir tasarruf işleminde bulunulması, tüm bunların da bir kişiye isnat EDİLEBİLMESİ GEREKİR.
Yukarıda güven sorumluluğuna ilişkin belirtilen genel şartlar, aynı zamanda Alman Hukukunda DA ARANMAKTADIR.
Öte yandan, güven sorumluluğu kavramı, 90’lı yılların ortalarına doğru, İsviçre Federal Mahkemesi kararlarına da konu olacak şekilde uygulama içerisinde, ciddi biçimde ağırlığını göstermeye başlamış, bu kavramın hukuk biliminde yer ALMASINI SAĞLAMIŞTIR.
İsviçre Federal Mahkemesi’nin kararları ve İsviçre Hukuk uygulaması, özellikle, bir kimsenin, karşı tarafta oluşturduğu güveni daha sonraki davranışlarıyla hayal kırıklığına dönüştürmesini, yani söz konusu olan çelişkili davranışları KORUMADIĞI ANLAŞILMAKTADIR.
Güven sorumluluğunun Türk Pozitif Hukuku’nda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk Hukuk Öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir “güven” unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zararla yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda İYİNİYETİ BULUNMALIDIR.
Haksız fiil zararının söz konusu olduğu hallerle diğer sorumluluk ilkelerinin devreye girdiği hallerde söz konusu olmayan güven sorumluluğu ancak, Türk-İsviçre Hukuku’nda MK.m.2 ve MK.m.3 ışığında Canaris’in “Negativer Vertrauensschutz-güvenin negatif-menfi-olumsuz korunması” olarak nitelendiği hallerde söz konusu olabilir. Güven sorumluluğu olabilmesi için, BK. 36/2 nci maddesinde olduğu gibi, bir “hukuki görünüşe haklı güven olgusu-Rechtsscheinhaftung” söz konusu olmalıdır (Oğuztürk, Burcu(Kalkan): Güven Sorumluluğu, Vedat Kitapçılık, 1. Bası, İstanbul 2008, sahife:1,4, 9, 37-38, 128, 166, 184, 193, 268, 271; Hukuk Genel Kurulu’nun 10.02.2010 gün ve E:2010/9-39, K:2010/71 sayılı ilamı).
Nihayet, her yerden ziyade ticari alışverişler emniyet ve itimat üzerine kurulmuştur; tacirlerden muamelelerinde beklenen basiret ve alaka alelade VATANDAŞLARINKİNDEN FAZLADIR. Karşılıklı güven, karşılıklı olarak dürüstlük esaslarına uymayı, kendisinin olduğu kadar karşı tarafın menfaatlerini de gözönünde tutmayı icabettirir. Medeni Kanunu’muzun 2 inci maddesinin koyduğu “Herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsn-ü niyet kaidelerine RİAYETLE MÜKELLEFTİR.” prensibi yalnız dar manada medeni hukuk sahasına değil, bütün hukuki hayatımıza hakim olan BİR KAİDEDİR. Ve özellikle ticaret hukukunda uygulama alanı bulur. (Belbez, Hikmet: age., Sahife:221).
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı şirket vekili tarafından, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Beyoğlu 9.Noterliği’nin 10 Mart 2000 tarih ve 05362 yevmiye nolu ihtarnameyle, 06.10.1998 tarihli bayilik sözleşmesinin 15 inci maddesine göre, eksik mal alımından kaynaklanan kar mahrumiyetinin müvekkili şirkete ödenmesi gerektiğinin bildirilmesi üzerine, davalı şirket (Bayi) tarafından davacı şirkete gönderilen Altındağ 4.Noterliği’nin 24 Mart 2000 tarih ve 06162 yevmiye nolu cevabi ihtarnamesinde sözleşmenin 15 inci maddesinin dikkate alınmaması kaydıyla bayiliklerinin devamına aksi takdirde fesih şartlarını görüşmek üzere biraraya gelmeye hazır OLDUKLARINI BELİRTMİŞTİR.
Taraflar, az yukarıda içeriklerine yer verilen ihtarnamelere rağmen ticari ilişkilerini sözleşmenin kalan süresi olan dokuz (9) yıl BOYUNCA SÜRDÜRMÜŞLERDİR. Bu ticari ilişkinin devamı sırasında, davalı şirket (Bayi), sözleşme gereği her yıl satmayı taahhüt ettiği miktarın altında beyaz MAL SATMIŞTIR.
Görüldüğü üzere, davalı şirketin, davacı şirkete hitaben gönderdiği 24 Mart 2000 tarihli ihtarnamedeki önerisi, davacı şirketin bu anılan ihtarnameye cevap vermemekle (veya sessiz kalmakla) birlikte, sözleşme süresince davalı şirkete beyaz mal vermesine ilişkin davranışı, bu ilişkinin sözleşmenin kalan süresince (9 yıl) devam ettiği gözönüne alındığında, davacı şirket, taraflar arasındaki bayilik sözleşmesinin ceza-i şartı düzenleyen 15 inci maddesinin uygulanmayacağı konusunda davalı tarafta haklı bir GÜVEN OLUŞTURMUŞTUR.
Davalı şirket, kendisinde uyandırılan bu haklı güven dolayısıyla davacı şirketten beyaz mal almaya devam etmiş; ancak, beklemediği şekilde, bayilik sözleşmesinin kendisi tarafından feshinden sonra davacı tarafından eldeki davayla ceza-i şart tazminatının TAHSİLİ İSTENİLMİŞTİR.
Dolayısıyla, davacı şirketin bayilik sözleşmesinin 15 inci maddesinin uygulanmayacağı yönündeki anlaşma nedeniyle ortaya çıkan olgunun kaynağı HAKLI GÜVENDİR. Bu şekilde ortaya çıkan güven sorumluluğu ise, dürüstlük ilkesinin BİR GEREĞİDİR.
Daha da önemlisi, davacı şirketin davranışlarıyla davalı şirkette yarattığı güvenle çelişki oluşturacak şekilde sözleşmenin davalı şirket tarafından feshinden sonra eldeki davaya konu edilen ceza-i şart tazminatını istemesi çelişkili davranış yasağını oluşturur ki, böyle bir davranışın hukuken korunması beklenemez.
Öyleyse, yerel mahkemenin az yukarıda belirtilen maddi ve hukuki olguları gözeterek, paralel gerekçelere dayalı olarak davacı tarafın ceza-i şart tazminatının reddine ilişkin karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının ONANMASI GEREKİR.
SONUÇ: Davacı OPET Petrolcülük A.Ş. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6217 s. Kanunun 30. maddesiyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440/1 inci maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.01.2013 tarihinde OYÇOKLUĞUYLA KARAR VERİLDİ.
Bir önceki yazımız olan İŞ KAZASININ TESPİTİ başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.